Emzirme ve Psikolojik Şiddet
Dün
sabah, tek kişi olarak, zihnimde bilinmezliklerle çıktığım bu kapıdan, bugün
iki kişi olarak giriyorduk. Nihayet, evdeydik. Yaşanılan tersliklere rağmen,
onu sağlıkla eve getirebildiğime şükrediyordum. Adımlarım çok yavaş ve
hissizdi. Doğruca odaya gidip, onu beklerken emzirme alıştırmaları yaptığım koltukta
karnını doyurdum. Bu sadece ikimize ait, çok özel bir andı… Sonra da özenle
süslediğim, yatağımın hemen yanında duran beşiğine koyup, gözlerim yarı açık
uyuyuşunu seyrettim. Dün geceden beri gram uyku uyumamıştım ama onunla ilgili
tek bir an'ı bile kaçırmak istemiyordum…
‘Ne yapsın işte, sütü yok!’, anneannem kapının
önünde telefonla konuşuyordu ve görünüşe göre benden bahsediyordu. O ana kadar
bebeğimi besleyebildiğime, emerken çıkardığı seslerden sütümün olduğuna
emindim. Doğumdan hemen sonra sütüm gelmiş, Fatma Ebe de bunu onaylamıştı. Ama
anneannem neden böyle söylemişti? Yavaşça doğrulup göğüslerimi sıktım ve çıkan
sütü boşa akıttığıma pişman oldum. Vardı işte. Olması için yapılması gereken
her şeyi yapıyordum. Bu, anneanneme göre bolca şerbetli tatlı ve bol kalorili
yiyecekler yemek anlamına geliyordu. Su içmemi istemiyor, ‘ kızım şunu içme,
bak su gibi sütün olur sonra, bebeğe yaramaz’ diye çıkışıyordu. Bunca zamandır
okuduğum uzman görüşlerinin tam tersiydi söyledikleri. Sonra ‘Ben zaten anneni
hiç emziremedim yavrum, bana çekmişsin senin de sütün yok’ diyince, söylediklerinin
tam tersini yapmam gerektiğini anladım. Kalkıp yavaşça kapıya doğru yürüdüm.
Telefonu kapatıp, arkasında beni görünce irkildi. ‘Kızım ne işin var ayakta?
Sen lohusasın, geceliğini giyip yatman lazım. Zaten sütün de yok, biz mama
veririz oğlan uyanırsa’ ‘Anneanneciğim mama vermeyeceğiz. Almadım bile. O büyük
beden geceliği giyince de kendimi hasta hissediyorum. Bir an önce toparlanıp,
iyileşmeliyim ki, bebeğime bakabileyim. Hem sütüm de var işte, bak’. Utanmıştım ama inanmasını istiyordum. ‘Aman
canım o kadar kuvvetli sıksam bende de gelir!’ arkasını dönüp giderken, bir
yandan boynuna isabet eden sütümü siliyordu. Kahkahalarla gülmek istiyordum ama
bu dikiş yerlerimi çok acıtacağından kendimi tutuyordum…
Ona asla
gönül koyamıyordum. Aksine, geçmişine sahip çıkan, geleneksel tavrı ruhumu
okşuyordu. Onun evde olduğunu bilmek, kapının önündeki terliklerini görmek,
bana tarif edilemez bir huzur veriyordu. Evin kalabalık olduğu ilk günler,
mutfakta lohusa şerbeti kaynatıp, içtenlikle misafirleri ağırlıyor, ilerlemiş
yaşına aldırış etmeden, aldığım onca
kilonun üzerine yenilerini ekleyen, harika yemekler pişirip, etrafımızda
pervane oluyordu. Bütün bunlar, verdiği tavsiyelere uyma
zorunluluğunu getirmiyordu elbette. Ama bunları, pekâla onu kırmadan da
yapmayabilirdim. Çünkü zorunda olduğum şey, yıllardır bizlere verdiği emeklerin
ve dört çocuğunu da fena bir hastalıktan kaybetmiş olmanın o en ağır yükünün,
sırtında oluşturduğu kambura saygı duymaktı…
Yaralı bir anneydi o… Kalbinin ortasında
kapanmayacak çok derin yaralar vardı. Dört evladını küçük yaşlarda ‘Akdeniz
Anemisi' hastalığından toprağa vermişti. Dedemle hiçbir kan bağları olmamasına rağmen,
kanları kardeş gibi uyuyordu. Milyonda bir görülen bu durumun maalesef o
çağlarda çaresi yoktu. Çare bulabilmek için dolaşmadıkları ülke, gitmedikleri
doktor kalmamıştı. En son Almanya’da alanında uzman bir doktora gitmişler ve "Yok
mu bir yolu doktor, çocuklarımı yaşatabilmenin?" diye sormuş anneannem çaresiz... "Var. Ancak sen ve eşin bir
başkasıyla evlenir ve çocuk yaparsanız onlar yaşayabilir. Başka bir yol yok." Bir tek annem mucizevi bir şekilde yaşama tutunabilmişti... Anneannemin yaşadığı
tarif edilemez acılar kalbimi sızlatıyordu…
Günler geçiyor, yaralarım iyileşiyor, kendimi çok
daha iyi hissediyordum. Annemler doğumdan yedi gün sonra "Artık iyileştin. Her
şeyi kendin yapabiliyorsun" diyerek gitmişlerdi. Oğluma yalnız başıma
bakacaktım. Küçücüktü… Dokunduğunda incitmekten korkacağın, isteklerini belli
edemeyecek, kendini koruyamayacak kadar küçük. İşte tam da bu yüzden vardım!
İhtiyacı olan her şey bendeydi. Korkularımı, cesarete çevirdikçe güçleniyordum.
Uyuyabilmek! Ne büyük bir lüksmüş meğer… Göz
kapaklarının bu kadar ağır olduğunu bilmezdim. Yeni anneler için gözleri açık
tutmaya yarayacak bir aparat harika bir buluş olurdu. Gece boyunca pencere
kenarındaki koltuğumda Batuhan’ı emzirirken, uyuya kalmamak için dışarı
bakıyordum. Yan apartmandaki ışığı sönmüş evlerde uyuyanları kıskanırken, yanan
ışıklardansa tuhaf bir şekilde güç alıyordum. Yalnız değildim. Benimle aynı
anda, aynı şeyleri yapan milyonlarca uykusuz anne vardı...
Zaten asıl konu da bu
değil miydi? Doğar doğmaz, çırılçıplak getirdiklerinde, onu sevdin. Günler
geçti, ona verdiğin emeğini sevdin…
Ateşlendiği zaman, elinde ateş ölçerle, sabaha kadar gözünü kırpmadan başında
beklediğinde, onu hep daha çok sevdin...
Onu sevdikçe, kendi anneni ve emek veren
tüm anneleri sevdin…